Ümidim kavîdir ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden “ay”, “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir.
Musîbet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.
Ümidim kavîdir ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.
Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,
Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.
Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 52
ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM!
Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için, “O gün ki, bütün sırlar ortaya serilir.” (Târık Sûresi, 86:9.) sırrınca, kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, İstanbul’un acaip ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib ediniz! Ve illâ başka sûretle azap, azap değil, benim için bir şandır!
Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husûmet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divân-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 19
LÛGATÇE: gadr: Zulüm.
kavî: Kuvvetli.
hararet-i hüzün: Hüznün yakıcılığı, sıcaklığı.
tebahhur: Buharlaşma.
nifak: Münafıklık, iki yüzlülük.
mugalâta: Aldatma, safsata.
saadet-saray-ı medeniyet: Medeniyetin saadet sarayı.
tesmiye: İsimlendirme.
mahall-i ağrâz: Kasten yapılan kötülükler yeri.
vilâyat-ı şarkiye: Doğu illeri.
hürriyet-i mutlaka: Mutlak hürriyet.
mim’siz medeniyet: Alçaklık, aşağılık, ahlâksızlık gibi mânâlara gelen deniyet; kötü medeniyet.
serbesti-i kelâm: Konuşma serbestliği.
selâmet-i kalb: Kalbin korku ve endişeden uzak olması.
nâşir-i ağrâz: Kasten söylenen kötülükleri yayan.
efkâr-ı umumî: Kamuoyu.
ecram: Gök cisimleri, yıldızlar.
elvâh-ı âlem: Âlemin levhaları, manzaraları.
muarrâ: Yüksek, temiz, kötülükten uzak.
fezâ-yı feyz: Feyz uzayı.
şeyn-i temennâ: Minnettarlığın kusurları.
dâd-ı ezel: Allah vergisi.
zîr: Aşağı, alt.
bâlâ: Yüksek, yukarı, üst.
neşve-i ümit: Ümit sevinci.
vuslat-ı Leylâ: Leyla’ya, sevgiliye kavuşma.