Şu meydan-ı imtihandaki binâlar muvakkattırlar

Şu bâzı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medârı ve makarrı,
buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı
imtihanda binâlar muvakkattırlar. Sonra dâimî saraylara tebdil
edilecek; bu yerler değişecekler.

Şu meydan-ı imtihandaki binâlar muvakkattırlar

Sekizinci Sûret:
Gel; ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.” Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır. Raiyyetine, gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıddır.
İşte bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vecihle hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehâdet eden bir zâtı tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun.
Misâlin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyâsından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem vaad etmiş, yapacaktır. Halbuki, ifâsı ona çok rahat ve bize ve her şeye; ve ona ve saltanatına pekçok lâzımdır.
Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.

Dokuzuncu Sûret:
Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bâzı rüesâlarına ki, (Hâşiye) her biri bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem, bâzıları onun huzûruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücâzât için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzâr etmiş. Gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem, onun izzet ve celâleti hiçbir vecihle hulfü’l-vaade tenezzül edip, tezellülü kabul etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevâtür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bâzı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medârı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binâlar muvakkattırlar. Sonra dâimî saraylara tebdil edilecek; bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz saltanat böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekâsız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, dâimî, müstekar, zevâlsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor.
Demek, bir diyâr-ı âher var; elbette o makarra gidilecektir.
Haşiye: Şu Sûretin ispat ettiği mânâlar Sekizinci Hakikat’te görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri şu temsilde enbiyâ ve evliyâya işarettir. Ve telefon ise, ma’kes-i vahiy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.
Sözler, Onuncu Söz

LÛ­GAT­ÇE: âsâr: Eserler.
makarr: Karar yeri, kararlı yer, merkez.
makarr-ı saltanat: Saltanat merkezi.
raiyyet: Birisinin idâresine bağlı olanlar; halk.
hulf: Sözünde durmamak.
celâlet: Celâlli oluş, heybetlilik.
müstekar: Kararlı, karargâh, durulan yer.
müstemir: Yerleşmiş, devamlı.
umur: İşler.
diyâr-ı âher: Diğer memleket; âhiret.
ma’kes-i vahiy: Vahyin aynası.
mazhar-ı ilham: Kendine ilhâm olunan. Kalbine ilhâm gelen zât.
nisbet-i Rabbâniye: Kalb yoluyla Allah’a olan yakınlık.