Kur′ân′ın hakikati der ki: Ey mü′min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme.
Hem, dalâletin yolunda sâbıkan beyân edildiği gibi, esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki, hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümât kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, hiçbir kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur′ân-ı Hakîm, İmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve delâil-i katiye ile çıkarmasını ispat ediyor. Ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazâtıyla dolduruyor.
Hem, beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshîl eder ve kolaylaştırır; bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesâiti gösterir.
Hem, Sultân-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâli tanıttırmakla, insana, O’na bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhânesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakîm bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin hududlarından suhûletle ve tayyâre, gemi, şimendifer gibi sür’atli vâsıta-i seyahatle gezer, geçer; öyle de, Sultan-ı Ezeliye İmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhâne-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ, kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür’atinde geçer; tâ saadet-i ebediyeyi bulur ve şu hakikati katî ispat eder ve asfiyâ ve evliyâya gösterir.
Hem de, Kur′ân′ın hakikati der ki:
Ey mü′min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevâsını kendine ma′bud ittihaz etme. Belki, sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbâlde seni nihayetsiz mes′ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes′ud olduğun bütün zâtları ihsanâtıyla mes′ud eden, hem nihayetsiz kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevâlsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan ve her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle O’nun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, O’nun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma′bud ittihaz et.
Hem der: Ey insan! Onun esmâ ve sıfatına âit istidad-ı muhabbetini sâir bekâsız mevcudâta verme, faydasız mahlûkata dağıtma. Çünkü, âsâr ve mahlûkat fânîdirler. Fakat, o âsârda ve o masnuâtta nakışları, cilveleri görünen Esmâ-i Hüsnâ, bâkîdirler, dâimîdirler. Ve esmâ ve sıfatın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakât-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem′ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.
İşte şu müvazene, ehl-i dalâletle ehl-i îmânın hayat ve vazife cihetindeki mâhiyetlerine işaret eden "Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. • Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik. • Ancak İmân eden ve güzel işler yapanlar müstesnâ. (Tîn Sûresi: 4-6.)" Hem netice ve akibetlerine işaret eden "Gök ve yer onlara ağlamadı. (Duhân Sûresi: 29.)" olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu′cizane, beyân ettiğimiz müvazeneyi ifade ederler.
Sözler, Otuz İkinci Söz,
Üçüncü Mevkıf, s. 1035