Umum makâlâtımdaki umum hakâikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden
adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakâiki aynen ibraz edeceğim... Hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.
Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makâlâtımdaki umum hakâikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakâiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.HAŞİYE1
Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. “Hak yücedir ve hiçbir şey ondan daha yüce değildir.” (Keşfü’l-Hafâ, 1:127) Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah.
“Akıllı olanlara bu dediklerim yeterlidir. Ben köyü çağırdım, eğer köyde kimseler varsa.” (Farsça bir ibârenin meâli)
Sizin işkenceli hapishanenin hâli; zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me’yus, bidâyet-i halde memurlar şemâtetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber, vicdanım beni tâzip etmediği için, o hal bana eğlence gibiydi. Musîbetlerin tenevvüü, mûsıkinin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.
Hem de geçen sene tımarhânede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim.HAŞİYE2 Musîbet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlûmâneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.
Ümidim kavîdir ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden “ay”, “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.
Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyânette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyât-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
HAŞİYE-1: Şimdi Üstad Bediüzzaman bu kırk beş senedeki dehşetli mahkemelerinde aynen bu on bir buçuk cinâyetlerini ve on bir buçuk suallerini o Divân-ı Harb-i Örfî’deki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
HAŞİYE-2: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kırk beş sene evvel tımarhane hükmündeki mahkeme-i zalimanede aldıkları dersi, şimdi bu gaddarane hazır mektepte imtihan vermişler ve böylece iki şehadetname almışlardır.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 50-53
LÛGATÇE: musır: Israrlı.
zaman-ı mâzi: Geçmiş zaman.
ilcaat: Zorlamalar, mecbur etmeler.
tenkidât-ı ukalâ: Akıllıların tenkidleri.
tevessü: Genişleme, çatlama.
inbisat: Genişleme, yayılma.
tahavvül: Değişme, başka bir hâle girme.
mugalâta: Yanıltıcı söz söyleme. Safsata, ağız kalabalığı.
cerbeze: Aldatıcı sözlerle kurnazlık, demagoji.
iğfal: Yanıltma, gaflete düşürerek kandırma.
feveran: Kaynama, fışkırma. Öfkeden köpürüp taşma, coşma, galeyan.
efkâr-ı umumiye: Umûmun düşüncesi, kamuoyu.