Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvîmden gâfil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini, bir vâkıa-i hayaliyede, Eski Said görmüş. Onu Yeni Said'e döndürmüş olan şu vâkıa-i temsiliyeyi dinle:
Gördüm ki, ben bir yolcuyum, uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı; bir ticaret edemedim, gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız, o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.
Birden, ben o hazin hâlette iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi:
"Bütün bütün sermâyeni zâyi ettin; tokata da müstehak oldun. Gideceğin yere de, müflis olarak, elin boş gideceksin. Fakat, aklın varsa, tevbe kapısı açıktır, bundan sonra sana verilecek bakî kalan on beş altından, her eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten muhâfaza et; yani, gideceğin yerde sana lâzım olacak bâzı şeyleri al."
Baktım, nefsim râzı olmuyor. "Üçte birisini" dedi; ona da nefsim itaat etmedi. Sonra "Dörtte birisini" dedi. Baktım; nefsim mübtelâ olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.
Birden, o hal değişti. Baktım ki, ben tünel içinde sukut eder gibi bir sür’atle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim.
Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garâibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek câzibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım, o çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli; mülâkâtında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle müfârakatından elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.
Birden, şimendiferdeki bir hademe, dedi: "Beş kuruş ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla, yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de, ceza var; izinsiz koparamazsın."
Birden, sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım, gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden, o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim, o mezar taşında, büyük harflerle "Said" ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden, "Eyvah!" dedim. Birden, o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi:
"Aklın başına geldi mi?"
Dedim: "Evet geldi. Fakat kuvvet kalmadı, çare yok."
Dedi: "Tevbe et, tevekkül et."
Dedim: "Ettim."
Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm.
İşte, o vâkıa-i hayaliyeyi, Allah hayır etsin, bir iki kısmını ben tâbir edeceğim; sâir cihetleri sen kendin tâbir et.
O yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebedü'l-âbâd tarafına bir yolculuktur. O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki, bu vâkıayı gördüğüm vakit, kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bakî kalan on beşinden yarısını âhirete sarf etmek için, Kur'ân-ı Hakîmin hâlis bir tilmizi beni irşâd etti. O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer ise, zamandır. Her bir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezâiz-i nâmeşrûadır ve lehviyât-ı muharremedir ki, mülâkât esnâsında, tasavvur-u zevâldeki elem kalbi kanatıyor; müfârakatında parçalıyor, cezayı dahi çektiriyor.
Şimendifer hademesi demişti: “Beş kuruş ver. Onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tâbiri şudur ki: İnsanın helâl sa'yiyle meşrû dairede gördüğü zevkler, lezzetler keyfine kâfidir, harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sâir kısımları sen tâbir edebilirsin.
Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nükte