Duâ vakti

Beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticâ eder.

Duâ vakti

BEŞİNCİ NOKTA
İmân, duâyı bir vesîle-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan Sûresi: 77) meâlinde ferman ediyor. Hem, “Bana duâ edin, size cevap vereyim” (Mü’min Sûresi: 60.) emrediyor.
Eğer desen: “Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir; her duâya cevap var,” ifade ediyor.
Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Yâ hekim, bana bak.”
Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.
Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhrevîyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Duâ kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duânın vakti, kazâ olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref’ etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile O’na ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri O’na bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.
Sözler, 23. Söz, 5. Nokta

LÛ­GAT­ÇE:

fıtrat: Yaratılış.
iktizâ: Gerektirme.
ayn-ı matlûb: Talep edilenin ta kendisi.

lebbeyk: Buyrunuz.
ünsiyet: Alışkanlık, dostluk.
hevâperestâne: Nefsini arzularına tapar derecede düşkünlük.
heveskârâne: Hevesli bir şekilde.
evlâ: Daha iyi.
ubûdiyet: İbadet etme, kulluk.
semerât: Semereler, meyveler, neticeler.
uhreviye: Ahirete ait, ahiretle ilgili.
küsûf: Güneş tutulması.
husûf: Ay tutulması.
nikap: Peçe, perde, örtü.
azamet-i İlâhiye: Allah’ın büyüklüğü.
beliyye: Belâ.
evkàt-ı mahsusa: Hususî vakitler.
kazâ: Hükmün yerine gelmesi.
ref’: Kaldırma, hükümsüz bırakma.
nurun alâ nur: Nur üstüne nur.